7 Eylül 2011 Çarşamba

Bi Dinozorun Dişi Kırılmış

Bi dinozorun dişi kırılmış geçen sahilde
Elinde tuttuğu ufak bezelyeden toptan mıdır nedir,
Sertçe dokundu altındaki zemine
Koluna taktığı markasız çantadan gerek

Bi dinozorun dişi kırılmış geçen sahilde
Saçlarına dolanmış ciklet rüzgarda;
Ayakkabısı tekerleği bulan adamın
Gözleri görmeyince baktığı yeri, dudakları kapanmış

Bi dinozorun dişi kırılmış geçen sahilde
Yanından hızla geçen tahtaya anlam verememiş
Değişime ayak uydurmuş mağara duvarlarında
Kendi hiç tshirt değiştirmemiş ama

Bi dinozorun dişi kırılmış geçen sahilde
Hem de düşmeden yere
Hiç atışmadan, dolaşmadan etrafındakilerle,
Yanlızca yanından geçip gitmiş serginin

Bi dinozorun dişi kırılmış geçen sahilde
İki kere iki demiş; ağzı kuru
Sesi kesilmiş zaten etraf uğultulu
Ve gündüzleri gezmemiş,akşamı seçmiş

Bi dinozorun dişi kırılmış geçen sahilde
Yediklerinden de değil üstelik
Olsa olsa yumuşacık ettir yediği
Belki geçen gün yediği karpuzun çekirdeği

Bi dinozorun dişi kırılmış geçen sahilde
Hiç olmazsa dolduralım boşlukları demiş
Aslında karpuz falan da yememiş
Sadece karpuzunu seyretmiş

13 Haziran 2011 Pazartesi

Hilmi Abi

Yetenek ister yalnızlık. Kalabalığın içinde yürürken izole etme yeteneğidir kendini. İnsanlarla yüz yüze, gülerken, inatla kendini boşluğa bırakmaktır. Sen daha iyi bilirsin Hilmi Abi!

Ben Tanrı'nın sesini duymadım senin gibi. Kimse duymadı daha. Ben babamın sesini duydum sesi çok açık hoparlörlerimin arasından. Biraz annem karıştı ses salatasına. Gelecek için hep kalabalık bir tablo çizerdi kelimeleri. İnsan fırçayı elinde bulunca bir anda, ağırlığını da o zaman fark ediyor. Sözlerinin gittiği yol, merak ettiğim yerler olduğu için aldım biletimi. Koltuk numaramı bulamadım; ben de boş bulduğum bir yere oturdum hareket etmeden önce. Benim biletimde, insan görmediklerini gözlerini kapatınca da göremez, gözlerinizi açın yazıyordu. Ben de açtım gözlerimi. Gördüklerime hareket etti sözlerin. Bu sözler de su gibi bir şey işte. Onlar aksın sen izle. Sen izle onlar aksın. İyi ki cam kenarı seçmişim.

Görmek ve anlamak, anlamak ve görmek. Bunlar geçimsiz iki çifttir. Ben, ne gördüğümü anladım ne de anladığımı gördüm. Her şeyde olduğu gibi bunda da yüzüme gözüme attırdım.

"Bir tek ilacı var yalnızlığın o da aşktır" dedin. Ama görmeyene, anlamayana anlatmadın o nedir? Kör bir adama güzellik göreceli bir kavramdır dedin. Bir adamı üzdün. Bir sakatla dalga geçtin. Yakışmadı; ama sanki haklıydın.

İnsan klişelerin içine yalnız doğar. Hatırlayamadığı için hatırladığı ilk anını "ilk" sayar. Yalnız olmaz doğası gereği, birinin kucağındadır algısı açıldığında. Yalnızlık da sonradan kucaklardan atılınca doğar onun kucağına. Büyütürse, bebeği bitirir onu. Biz Şeytan'ın bebeği muamelesi yaptık, sen Tanrı'nın kidir dedin. Sonuçta kutsaldır. Aşkı sarıp sarmalayan duygusal ırmakta, Aziz John'un suyu mu kaynayacak? Bilseydim önceden, ellerim buruşana kadar yıkardım kendimi orada.

Ben seni daha çok sevdim. Kafam karışık benim bana aldırma."Yalnızlığın tek ilacı aşktır." Sen daha iyi bilirsin Hilmi Abi...

patates

Bu gün sabah bana ışıkla mı gelsin? Yoksa karanlık kalkacak diye ben mi sevinsem? Gözler bazen buğulu görür ya! Benim haftada bir... Bazen olur yağmurun sadece gözlerime yağdığı, Havada bulut yokken. Offff… Nemli çimenler izin vermez bazen. Ya da soğuk soğuk yalar rüzgar yanaklarını. Azıcık da olsa salak olduğunu düşünmek istersin. O gece salak olsan ne olur ki, deniz vururken sert betona? Sen otursan üstüne dalgaların… Ben beton duvarlar olsam; sen tuzlu su… Olamazsın o kadar kolay değil, ben ne kadar soğuk olsam da. Çıkmaz sokağa girersin isteyerek yayan. Meraktan sırf yoksa amaç yok. Ben hep girerim o sokaklara, karşıma gelir beton duvar, konuşurum bazen sanki o beton duvar sen… Kalbim kırılsa da gece gece suskunluğuna, eve gidip uzandığımda, beton konuşmaz ki derim. Konuşmaz ve sen cevap bekledin! Veremez cevabı o sana. Bazen yosun tutmuştur o duvarın üstü. Yosun tutmak ne demek? Dudakların tutarsa bir gün yosun anlarsın demek. Ancak o zaman beni dinlersin can kulağıyla, ellerin huzursuz hareket ettiği zamandır işte o.Nereye koyacağını bilemezsin bazen, işte o andır ay tutulması. Ne deprem olur ardından, ne de içmeye ara verir insanlar. Sen başlarsın ancak onların arasına katılmaya. Şimdi gider bulursun birini, uyanırsın yanında, sabah nasıl gelmiş fark etmezsin. Uyandığında sigaranı arar ellerin, bildik bir dokunuş ister parmakların. Gökyüzü şarkı söyler başını kaldırmasan da… Ellerin acır her gün tuttuğun kupadan, kahve yakar bilincini, unutmazsın saatlerini. Bazen kalbin acır gerçeklerden, tek başına konuşmak ister kalabalığa. Bağıra bağıra anlatmak ister hikayesini, sen engellersin! İzin veremezsin çünkü olacaklara… Ne başkasına anlatabilirsin ne de muhattabına gidebilirsin bu soğukta. Ellerin acır üşümekten, oturduğun sandalye yanar belki fikirlerinden, kalktığın zemin erir düşüncelerinin çokluğunda, kalbin göğüs kafesini yırtarcasına atar bazen, kafestir adı. Çıkamaz, sesini duyuramaz yanında olsa da… Bilmez ne var orda. Bilmez ellerin sıcak mı yoksa soğuk mu? Belki biraz sıcak biraz soğuk… Bilse de seni kendisi var daha, sana gelene kadarsa çok var. Herkesin var bir umudu! Sana bırakmayacak boşluğu, sana kalmayacak, senin için değişmeyecek bir huyu! Sen ki bunu bildin zamanında, sen ki kırıldın çok defa, saçlarına baktın gülümseyerek, o andan ötürü hafif bir mutluluk hissederek… O anı zihnine hapsettin, gerisini azıcık da olsa siktir ederek. Ben bazen şebek, bazen uslu, ben bir garip hal

velvese

Sabah uyandığımda her şey aynıydı. Telefona uzanıp baktım; saat 11’ e geliyordu. Uyandığımı belirten homurtuları anneme duyurdum. Sigara paketime uzanıp bir dal Camel çektim. Sigaramı günün en keyifli kısmı olduğunu bildiğim için tadını çıkartarak sömürdüm. İkinci fırtımı alırken annem elinde kahve kupasıyla odamda belirdi. Kısa bir teşekkürden sonra sigaramı ve kahvemi bitirene kadar yatağın mayıştırıcı sıcağında beynimi çalıştırmadan oturdum.

Okula gitmek için evden çıkıp, gitmedim. Kadıköy başlıklı minibüse binmeden önce yürümem gereken yolu takip etmeye başladım. Sağ tarafımda kalan mezarlığın yanında yayan seyahat etmeyi rutin haline getirmiştim çünkü seviyordum. Hayatımın içinde olduğunu bilip de sevdiğim nadir şeylerden biridir o mezarlık. Çoğu zaman sabaha karşı eve doğru yürüdüğümde yalnızlık ve umutsuzluk duygularımı kovardı. İçinde yatan ölülerin isimlerini okuyup komik gelenleriyle dalga geçerdim. Bazen boş boş karşısına oturup bir sigara yakar, yaşını genç bulduğum bir ölüyle kısa bir sohbet ederdim. Ölüp gidecek kadar şanslı olduğunu ona bir kez daha hatırlatırdım. O anda olduğu gibi gündüzleri yanından geçerken de, düşüncelerimin peşinden gidebilmem için cesareti oradan alırdım. Sonuç olarak en kötü yaptığım şeyde; bana da bir yer açmak zorunda kalırsınız hepsi bu.

O gün aklımda tek bir düşünce vardı, uzun zamandır olduğu gibi. O. Yanımdan gitmesini istemediğim bir insanın, benden uzakta oluşunun getirdiği mutsuzluk. Aslında hak ettiğimi düşünüp iki hafta boyunca hiçbir şey yapamadan oturmuştum. Son birkaç gündürse; o gün yapabileceğimi umduğum fikir vardı aklımda. Çok anlamlı ya da mantıklı gelmiyordu. Biraz romantik kafası istiyordu yani anlayacağınız. Bense bu akımdan çok etkilenmiş bir insan olarak bunu sindirebiliyordum. Asıl sıkıntı tek taraflı bir eylem olmamasıydı. Yani rahatsızlık derecesinde rencide eder miydim acaba onu? Utanır mıydı yapacağımdan? Kaş yapacağım derken göz çıkartır mıydım? Ama zaten bunları kaç gündür düşünüyordum ve o gün rotamı çizdiğime göre, artık düşüncenin değil hareketin zamanıydı. Buna kızmasını, aslında onsuz gayet rahat ve umursamaz olduğumu düşünmesine tercih etmiştim. En azından böyle bir yanlış fikre kapılmasını engellerdim; gerisiyse onun insiyatifine kalırdı. Burada kendimden azıcık bilgi vermem gerekir diye düşünüyorum; aksi takdirde benim, zaten bu gibi şeylere yatkın olduğumla ilgili yanlış bir kanıya varmanızı istemiyorum.

Ben biraz rahat bir insanım. Simsiyah bir havuzda beyaz noktalar arayacak kadar iyimser değilim yani. Ya da olan olaylar karşısında üzülüp, kendini harap edeceklerden de. Daha çok kısa süreli şoklar yaşayıp hiçbir şey olmamış gibi yoluma devam etmek temel ilkemdir. Çünkü bana göre takdire şayan çaba yoktur. Bana göre her çaba salaklığa yaraşır niteliktedir. Böyle bir çaba içine girmem, benim bile şaşırdığım bir şeydir. Beni tanıyan arkadaşlarımdan bu birkaç haftada kaçmamda bu yüzdendir. Kendimi biraz, iki yüzlü bir hıyar gibi görmemden. Fakat insan olduğum gerçeği de yadsınamaz. Ne de olsa babam ve bir çok soydaşım gibi, hayatı ciddiye alan insanların genetik kodlarını taşıyorum içimde. Genel görüşüme ters düşen kendimle yaşadığım çelişkileri bir kenara bırakıp, yine her zamanki gibi istediğimi yaşamaya karar verip, iki yüzüm arasında mantıklı bir uzlaşma sağladım. Konumuza dönmek gerekirse yoldaydım.

Minibüslere yaklaştığımda uzun zamandır hissetmediğim kadar gergin hissediyordum kendimi. Manyak olduğumu düşünüyordum. Yok yok, bildiğiniz hasta. Midem kendini büzüp duruyordu. Yine de aman boşver demedim sevgili okuyucu. Cidden. Siktir edip, güvenli ortamımda takılmak yerine inatla kararımın arkasında durdum. Hatta belirli yönlerden ekstrem gelmemeye bile başlamıştı yapacağım şey. Abartmıyorum, minibüs gelmeden boş boş geçireceğim bir yarım saatim daha olsaydı bu fikri bulduğum en harika fikir ilan ederdim. Ama ben minibüs caddesine çıkar çıkmaz “dü düt” sesi geldi. Düşüncelerimden sıyrılıp minibüsün açılan kapısından içeri sektim. Boş bulduğum bir koltuğa oturup Kadıköy’e varmayı bekledim. O gün Çarşamba’ydı. Saat daha on bir buçuktu. Akşam dokuzda perde açılacak, on bir gibi de benim için ya kötü kapanacak; ya da hayatımda başka bir kapı açacaktı. Ama daha çok erken olduğu için bana Kadıköy’ün bilindik, güvenli ve monoton havası gerekiyordu. Motivasyonumu her zaman Kadıköy’ün ara sokaklarında dolaşarak sağlardım. Bu gün motivasyon için baştan sona dört kez falan yürümem gerekebilirdi. Gördüğünüz gibi cesaret isteyen bir iş benim için işti. Yani o gün bana verilebilecek elli liralık bir mesai ücretini vicdanım temiz bir şekilde kabul ederdim. Hatta vermelilerdi de. Sadece işimi benden başka bilen yoktu hepsi bu. Minibüs rıhtımda kapılarını açtı.

Deniz havasının sersemlikten kurtaran soğuk rüzgarı saçlarıma ve göz kapaklarıma doldu. Sigaramı havayla paylaşıp yürümeye koyuldum. Kafamı kaldırıp baktığım bazı yerlerde ve mekanlarda O’nu oturttum. Karşısına kendime çok benzediğini düşündüğüm beni de. Deneyin, insan kendine sık sık aynadan bakmıyorsa; neye benzediğini hatırlamakta güçlük çeker. Aklıma rıhtımdaki çay bahçesine oturup yazı yazmak geldi. İçimdekileri yüksek sesle bana okuyan kendi sesimi kağıda dökeyim dedim. Ama daha çay mı içsem kahve mi diye düşünürken kafam allak bullak oldu. Ben de konsantrasyonumu akşama saklamaya karar verdim. O yüzden çayı falan salladım. Dedim ki gideyim de, çaktırmadan akıl danışacağım yakın dostumla oturup iki çift muhabbet edeyim…

Akşam üstü altıda ufaktan karşıya geçmek için, yaptığım saçma sapan aktivitelerin hepsini terk ettim. Vapurla Beşiktaş, oradan dolmuşla Taksim. Vapurda ufak ufak gerilmeye başladım. Hatta vapur batsa ben yüzmek ve canımı kurtarmak zorunda kalsam eylemim de mecburen başka bahara kalsa diye fanteziler de kurdum. Olmadı tabi öyle bir şey. Zaten ne zaman işe yarar bir istek gerçek olur ki. Vapur yedide yanaştı Beşiktaş'a. Sürüngen adım dolmuşlara kadar yürüdüm. Bu arada okuyucu, açık alanda olduğum her saniye ağzımda bir sigara olduğunu hayal etmenizi isterim. Keza o gün karnım dumanla doymuş, sıçsam duman sıçacakmışım gibi bir hal vardı üzerimde. Dolmuşun kapısının önünde attım sigaramı yere; bir yer beğenip tünedim.

'My Gosh! Bu ne trafik lan! Hava! Neden benim çok gerizekalı Tanrım. Neden bana düşünmek için bir dünya sıkıcı vakit bahşediyorsun? Taksime pıt diye gidiverseydik deprem mi olurdu be?' Kırk dakika kadar küfür ettim. Fakat zor da olsa taksim semaları ve kalabalığı gözüktü. Arabadan inmek için fırladım ve şaşırmazsın indim de. Eller cebe. 'Uf İstiklal’e bak be. Karıncalar yine işbaşında. Nerde lan sigaram!' İstiklal caddesi beni her zaman yabancılaştırmıştır. Kendimi sürekli turist gibi hissederim. Gerilirim. Sanki yoldan geçen bir taksim sever bana “ şişşş! Bak bakayım buraya. Evet evet sen. Sende taksimi sevmez gibi gözüken bir hava var. Bir de İstanbullu olacaksın. Gir bakiyim şu bıçağımın ucuna” diyecekmiş gibi yürürdüm. O gün zaten gergin olan benliğim bir de mekan sıkıntısına girdi yani anlayacağınız. Saat sekize geldi gelecekti. Benim tiyatroya gitmem için daha bir saatim vardı olmasına ama benim de biraz cesaret ilacına ihtiyacım vardı. Bu arada konumuzun devamı tiyatroda geçecek.

Saat dokuza az biraz vardı. Tiyatronun kapısında, bilet standına gitmeden önce son bir sigara öldürüyordum. İçtiğim birkaç farklı içki mantığımın kapılarını biraz zorlamış ama içeri girememişti. Ha hay! Ben öyle birkaç kadehte yamulur muyum ulaaan!? Haklısınız... fakat mantığım en azından açıktı. Ya da ben öyle umut ediyordum. Sigaram bitti. Oyuncular kuliste son hazırlıklara başladı. Sigaram elimden düştü. Oyuncular hala kuliste son hazırlıklarına başlamakta. Sigaram yuvarlandı. Oyuncula… soluklandım, gözlerimi kapattım; en fazla patates.

Oyun bitmeye yakındır artık. Nasıldı oyun? İzlemeyi unutmuşum. Işıklar yanacak, perde kapanacak. Ha şimdi. Hadi az kaldı. Işıklar… selam…perde…benim dışımda o an salonda olan elli kadar insan ayaklandı. Bense oturduğum yerde küçüldüm de küçüldüm. Kalp atışlarım sıklaştı. Diyaframım poşete döndü. Lan kapılar açıldı. Yap şunu be oğlum. Zıpla….dım! “pardon!” sesim gitmeye karar vermiş insanların arasında zayıf bir dal çatırtısı gibi çıktı. Bu sefer daha güçlü ve bacak kaslarımı sahneye yönlendirerek “Afedersiniz!” diye bağırdım. Birkaç kafa dönüp bana baktı. Ama on kafa bana yetmezdi; sahneye hakim olmam gerekirdi. Aldığım eğitim de bunu dikkat çekerek yapabileceğimi hatırlatıyordu. Daha önce düşündüğüm yöntem arkamı dönüp kıçımı açmaktı fakat o anda yaptığım doğaçlama hareket sahnenin kapıya yakın köşesine koşup “Çok afedersiniz, biraz zamanınızı alacaktım” diye yırtınmak oldu. Ve ilgi çekti. Yapmam gereken ikinci hareket seyirciyi bunun bir oyun olduğuna inandıracak cümleler kurmaktı. Yani Türkçesi triplere girmekti. Seyirci, doğal olarak doğaçlama bir hareket beklemeyeceği için bunun oyunun bir parçası olduğuna inanacaktı. Bu avantajımı kullanmam gerekiyordu. Benim tek düşmanım tiyatro ekibiydi. Onların da ilgi çeken ufak bir melodramatik konuşmadan sonra, beni rahat bırakabileceklerini düşünüyordum. Bana sonsuz gibi gelen tiradıma başladım.“Zamanınızı almak istiyorum çünkü bir hikayem var. Sahne evrenseldir. Sahne –sanatın her dalında olduğu gibi- dertleri ve fikirleri paylaşmak için bir platformdur. Benim de artık içimde tutmak istemediğim bir derdim var. Muhattabı siz değilsiniz doğrudan. Ama benim gibi içe dönük yaşayan bir insan için sizler birer yoldaşsınız. Bana ayıracağınız on beş dakika sizin için bir şey ifade etmeyebilir ama benim için değerli. Evet doğru kelime “değerli”.-kısa bir not: bu gibi kendi kendine yaptığın konuşmalar gerçek hayatın içinde çok karşılaşmadığımız şeyler oldukları için insanları bunun izlenebilirliği olan bir oyun olduğuna ikna edecekti büyük ölçüde- Ben bugün, beni içten içe kemiren duygular bütününü anlatacağım sizlere. Tabi eğer müdahale etmeyi düşünen kafası karışık abiler izin verirse. Ama hayır! şu perdeye tırmanmam bile gerekse anlatacağım.

Benim bir hikayem var. Bu hikayemin de çok güzel bir ana karakteri. Yan rolde de ben. Ama önce size biraz kendimden bahsetmem gerekiyor ki hikayeme yakın olun. Önsevişmesi biraz uzun ama elimden geldiği kadar kısaltacağım sizin için. Ben sağlık problemleriyle büyüdüm. Bunu lütfen sadece gerekli bir bilgi olarak algılayın aksi takdirde sizde duygusal bir nokta yakalamaya çalışmıyorum. Dediğim gibi ben sağlık sorunlarıyla büyüdüm. Bana bir şey olduğundan değil. Sadece ailemde yaşadığım problemlerdi. Sekiz yaşıma kadar lay lay lom geçen hayat sekiz sene sonra bana ilk şakasını yaptı ve babamı bir labut gibi devirdi. Yakalandığı şey ülseratif kolid denen, bağırsakların delik deşik olmasına sebep olan bir hastalıktı. Bunun üstüne amip hastalığı yerleşti. Amip saklanıp üremek konusunda usta bir tek hücrelidir. Babamın delik deşik bağırsakları bu illet için beş yıldızlı tatil köyü. Odalarına çekilen genç yaşlı amip çiftler 'aman sabahlar olmasın!' naralarıyla mercimeği fırına vermiş ve kısa bir zaman içinde babamın derinliklerinde oynanan bu oyun onun bağırsaklarını işlevsiz hale getirmişti. Tetkikler ve ameliyatlar ve tam iyileşme altı sene sürdü. O zamanlar rol modelim olan babam bir sene yatalaktı. Mutlu ve eğlenceli geçen bir beş yılın ardından annem kansere yakalandı. Top oynamak için ayakkabılarımı giyen ben; odamda bir şişe votkayla yalnız kalmak için çıkartmıştım onları. Tanrı ve hayatla ilgili birkaç edepsiz fikrimi camdan bağırdığım uzun bir gecenin ardından; annemle de uğraşımız üç sene sürmüştü. Bir sene ruhu hastalanan benle uğraşıldı. Ve sadece bir senelik bir dinginlik dönemi. Ve üçte üç yaptığımız için artık arkasına bakmadan ilerleyen bir çekirdek aile. Önsevişmem biraz uzun oldu afedersiniz. İşte şartların böyle olduğu bir gün de ben O’nunla tanıştım. Ama başka şartların elverişsizliği onu bir daha görene kadar iki ay geçmesine sebep oldu. Ama birbirimizi ikinciye gördüğümüzde ben kesinlikle elini tutmak istediğimi fark ettim. Vuhuu çok çılgın olurduk bir kere. Şartlar mı uygun değil. O zaman uygun hale getirmem gerekiyordu. Getirdim. Daha sonrası internet sohbetleri. Çok değil sadece on gün yetmişti kahve içmeyi teklif edebilmem için. İlk buluşmamız sonrası. Çok keyifli. Çok eğlenceli. Çok sıcak. Gecenin sonunda öptü beni. Elinden tutup yürüdüm. Sarıldım öperken. Gitti sonra. Ben de… mesajlaşmalar, konuşmalar. Güzel. Mutluluk verici inanın. Benim için önemli. O da öğle diyordu. İlk ayımızı benim için altın değerindeydi. Bu arada içe dönük biri olduğumu unutmayın. O’na karşı hissettiklerimle gösterebildiklerim arasında dağlar var. Ama istiyordum. Daha yakın olmayı. Bir aile gibi. Görüşmek için sözleştiğimiz bir gün ben hazırlanmak için eve geldim. Kapıyı, dinlediğim şarkının keyfinden sırıtarak açıyordum. Her zamanki gibi anahtar vardı arkasında; o yüzden kapıyı çaldım. Annem kapıyı açtığında gözleri kızarıktı. “Ne oldu?” Diye sordum, “Yok bir şey” dedi. Babamı gördüm oturma odasında.”N’aber baba”, “Eh işte oğlum. İyi değil” diye cevap verdi. Gizemleri çok sevmeyen biri olarak “Ne oluyor ya?” diye sordum. Hastalanmış yine. İnce bağırsağı vardı babamın. Zaten aynı hastalıktan iki bin kişide vardı Türkiye çapında. Birinci çinko yıllar önce vurmuştu. İnce bağırsaklı iki bin kişiden yüz kişide tekrarlamıştı biri de babam. İkinci çinko yani. –elimi kafama götürüp silah şekline getirip parmak tetiğini çektim- bam. Vurdum kendimi. Omzuna vurdum sonra babamın atlatırız merak etme dedim. Çok yakınlık gösteremiyorum artık kimseye ailem dahil. O gün de en fazla bunu yapabildim. Anneme gidip omuzlarından tuttum. Geçicek dedim ve çıktım. O’nla buluştuğumuzda yüzümdeki askıları nerelere gizleyeceğimi şaşırdım. Hiç bahsetmedim. Sonraki iki gün tam bir pislik gibi oldum. Bir kere ektim. Bundan duyduğum üzüntüye siz inanın çünkü O’na gidip yüzsüz yüzsüz hem ektim hem de bundan dolayı büyük üzüntü duydum diyemedim. Bir sonraki gün bana kızgın olduğu halde buluştuğumuzda anlatmak zorundaydım. Paylaşmam gerekiyordu. Paylaştım. Destek oldu. Biz bir hayatı paylaşırız dedi. Canım benim. Yarımı vermek istedim ama içe attım. Salak ben. Vardır öyle salak huylarım. Çok sevdiğim biri gidene kadar elimden bir şey gelmez. Sonraki zamanlar benim için hayal meyal net. Bir çok kereler bana mesaj vermeye çalışsa da inatla beynimin alıcılarını kapatmıştım. Hayata sinirlenmek ve her şeyi siktir etmek daha kolay geliyordu. İçimdeki adam bas bas bağırıyordu bana. Aptal herif nerdeyse koş git sarıl öp lütfen ya. Sıkı sıkı sarılıp ne kadar çok sevdiğini anlat. Gerekirse, yakınlaştıracaksa yıllar sonra ağla. Sarıl ve ağla. Anlar. Asla utandırmaz. asla itmez. Daha çok tutar elini. Ama zeki ve kontrollü ben baskın geldi. Sonraki bir haftamızda ben baya bir farkına varmaya başladım ama geç kaldığımı da hissediyordum içten içe. Öyle de oldu. Suçu bana atmak yerine sakin bir hoşça kal kondurdu boynuma. O gün benim için olan değerini söyleyemedim ona. Yanındayken yaşadıklarımı anlatamadım. Zaten gösteremiyordum ki. Yabancıydım herkese. Bu konuları, her şeyi unuttuğum bir yer hariç her şeye yabancı ve öfkeliydim. Şimdi O yok. Yalnızım. O’nu tarif etmeyeceğim. Herkesin güzeli, herkesin meleği kendinedir. Tasvirle vaktini almayacağım. Sonuçta o gitti. Bense hiçbir şey yapmadan, O’na hala ne hissettiğimi göstermeden yaşamaya devam ediyorum. Hakkımda öyle yanlış düşüncelere düşüyordur ki. Benim için basit olduğunu düşünmemesi için hiçbir neden yok ortada. Bir gün dayanamadım kapısına. Gittiği yerleri bildiğim halde bir gün gitmedim. Hak ettiğim bir şey değil. Ben zaten böyle uzaktan müdahale etmeden sevebiliyorsam o rahat olabilir dedim. Ama buraya kadar içime atabildim. Şimdi bunu sizle paylaşmam gerekti. Ben de bunu yaptım. Bu hikayenin bir anafikri yok. Herhangi bir önermesi de yok. Yalnızca içimde olan bu hikaye, benim ayaklarımın üstünde durabilmem için fazla ağırdı. Benle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. İyi geceler.”

Saat dokuza bir vardı ve soluğumu verip gözlerimi açtım. Ellerimi cebime attım. İçerde olduğunu bildiğim sevgilimi görmeden, uzun zaman sonra böyle yakın olduğumuzu hissederek gülümsedim. Arkamı döndüm ve bir parçamın gidişini izlediğim için, soğukkanlılığıma şaşırdım. Mutlu olacağını düşündüğüm için bir kere daha gülümsedim. Kendimi çok önemli görmem. Yine görmedim. Taksim kalabalığına karıştım. Gitmeden önce bir tek atmaya karar verdim. Önüme çıkan her şeye küçük küfürler savurdum içimden. Her ufak aksaklıkla dalga geçtim. O an Taksimde olan herkesin boş gerizekalılar olduğunu hayal edip aşağıladım. Ucuz bir yer bulmak için mavi renkli “bira+tekila 7,5” yazılarını aradım. Hala da arıyorum. Ucuz yerleri buluyorum ama gerçekten istediğim şeyi bulamayacağımı biliyorum. O kayıp değil; ama saçlarımın altına takacağım bir yüz bulamıyorum. Bak yine aklıma geldi. Nerde lan sigaram!


27 Ocak 2011 Perşembe

09:00 - 05:00


uykusuzluk..iyidir! genelde. geceleri uyuyamayan insanlar vardır. fark edemeyebilirsiniz. siz de bir uykusuz değilseniz. uykusuzu sadece diğer uykusuzlar fark eder. gözlerinin hafif çöküklüğü en basit belirtisidir. ama siz pek fark edemezsiniz. çünkü aynı sizler gibi sorumlulukları olabilir. işe gitmek, okula gitmek vs. gündüzleri yanınızdadır. uykusuz sabaha karşı yatıp akşama doğru kalkmaz. uykusuz sabaha karşı yatıp sabah kalkar. kısacık dinlenme zamanı, aslında sizin belki de hiç bir zaman tadamayacağınız tatlılıktadır. uykusuzluk iyidir. kitap okuyabilir, film izleyebilir ya da düşünebilir. hem de bol bol. yastığa kafasını koyduğu anda düşünmeye başlar. yapacak daha iyi bir şeyi olsa da bazen düşünmekten kendini alıkoyamaz. bir bakmış o herkesin yataklarında bilinçsizce döndüğü saatte geçmişini, bu gününü, geleceğini düşünüyor. bulduğu bir şey yoktur. sadece düşünce vardır. gündüzleri başka şeylerle oyalanıp uğraşan beyni geceleyin arkadaşı, sırdaşı ya da düşmanı olabilir. uykusuz stressizdir. öyle ki günlük yaşantınızda sizi rahatlıkla strese sokabilecek bir konuya kayıtsız kalabilir. onun bilinç altında, rahatlıkla strese girebileceği bir gece olduğu vardır. bomboş ve sessiz evin içinde bir hayalet gibi yürür. bir odanın yanından geçerken içeri düşen gölgesinden ürperir. ışıksız görebilir. saatlerce tavanı seyredebilir. ya da hayallerinde, gördüğü güzel bir kızı sevgilisi yapabilir. üretir ama genelde "underground" denen tarzda toplanmıştır işleri. öyle olsun istediği için değil - tabi buna fake zombiler dahil değildir - öyle olduğu için. normaldir. içten içe bunu bilir. bir anormalliği yoktur. sadece bu şekilde var olmuştur. uykusuz karanlıkta gündüzcüden daha çok aydınlanır. iki uykusuz bir evde rahat oturamaz. ikisi de uyur. yalnızdır. yalnızlık onun mabedidir. kafası her zaman pek ayık olmayabilir. ama sabah belirti bile kalmaz. gözler hariç. gözler o kadar çok açık kalır ki kapatılmadan uyumayı öğrenir. saat kavramı güneş battığı anda kaybolur. zaten öğrenmek işine yaramaz. yine aynı günün içine uyanacağını bilir. uyumak gerekli gelmez uykusuza, çünkü uyanacağını bilir. dinlenmiş bir vücut kürek kaldırabilir ama uykusuz amele değildir. genelde hiç bir şey yapmaz. bunu kendisine itiraf ettiği zaman çoktan ötekileşmiştir. uykusuz bütün sorumluluklarını gündüz bitmek üzereyken çıkartıp odanın bir köşesine fırlatır. onları zaten yerine getirmeyecektir. sadece bazen düşünceleri normların içerisine dalar ama boğulmadan çıkar. uykusuz takmaz. bilir ki gözleri kapandıktan üç dört saat sonra yine aynı güne açılacaktır.

resim: caym kun

10 Haziran 2010 Perşembe

Deli Oğlan


Dünya; baktım dışarı ve gökyüzünden yansımamızı gördüm bir an. Arkada, hafif, hüzünlü, melankolik bir parça piyano eşliğinde. Ufak bir ağrı hissettim içimde. Nerdeyim? Yukarı gitme şansım yok. Aşağıyı düşünsem zaten ordayım. Düz koşsam gözümün alabildiğine burnum bir başkasının hayatına çarpıp kırılır diye korkuyorum artık. Daireler çizmek isterim her insan gibi. Dışardan izlediğim insanlar başımı döndürürken ben nasıl dönerim peki? Onları izlemek biraz komik biraz üzücü. Durduramamak ise mesele.çok çılgın bir gezegen. Ne yapacağını kendi bile çözememiş daha. Bunun için birkaç milyar yıl yetmemiş. Biz ve bizden öncekiler de bulamamış. Onlar da haklı olsa olsa doksan yıl çekmişler bu birkaç milyarlık havayı. Ne kadar amaçsız. Yaşayabileceğimiz olası yılları düşünüp onlar için durmadan çalışmak. O yıllar için elli yıl çalışıp yirmi yıl yatmıyoruz bile. İş zamanımızın dolduğunu bildirdiklerinde o kadar amaçsız buluyoruz ki kendimizi, o zamana kadar yaptıklarımızın o gün için olmadığını anlıyoruz. Yapmak için yaptığımızı. Çalışmanın asıl amaç olduğunu. Sonu olmayan bir koşu. Daireler içinde. İşin ne olursa olsun bir şey için çalışıyoruz ve onu da bulamıyoruz. Doktor da maden işçisi de çalışmak için sırf o şey için çalışıyor. Hala bulamadığımıza göre ya çok zor bulmak ya da yok aslında aradığımız şey. O orda değil fakat bulmak için korkunç bir çaba ve belki de bulamayacağımız olmayan şeyin olmadığını bulamıyoruz beceriksizize bağlayarak kısır döngüde yok olacağız. Küresel ısınma diyorlar ama neden şaşırıyorlar anlamıyorum. Yıllardır t.v de gösterdikleri bütün çizgi filmlerde var kendi etrafında dönerek kendine çukur açan şapşallar. Çok ayak var yeryüzünde. Her gün onun başını şişiriyoruz. Ama bilmiyoruz ki aslında o bir Plüton ya da mars kadar yalnız olmayı hak ediyor. Dünya bizim diyoruz korumaya çalışıyoruz. Dünya bizim değil öyle olsa üstünde yapılacak bir şey olurdu ama yok. Biz onun üstünde onu sömüren ve sonunda öldürecek olan tümörüz. Devamlı büyüyen ve tıbbın çare bulamadığı bunun için bir tıbbın olmadığı parazitleriz. Belki de amacımız arkada el yapımı eşyalar bırakıp yok olmaktır. Bunca çalışma buna neden olacak gibi. İşte ben de bunu bilen tek zekiyim… bu nedenle ne yapacağımı aramaya çalışmıyorum. Bir sakin olmak, oturmak istiyorum. Parazitliğime bir sigara yakıp devam etmek istiyorum. Belki biraz içki. Camdan izlemek için. Her şeyi, herkesi hatta yansımamı… Siz sıkıldığınızda ben zaten sıkılmış olacağım…

14 Mayıs 2010 Cuma

Kime Göre ? Time' a Göre


Kıymet bildik mi?Hiç becerebildik mi , bu duyguyu eyleme geçirebildik mi?Hayatımızın neyin üzerine kurulu olduğunu hiç fark edebildik mi?Hayır! Düşünün biraz ama düşündüğünüz şeye ayırdığınız zamanı hayal ederek. Hayalinizde bu zamanı bir şekle çevirin.Bu şeklin gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikrop olduğunu hayal edin.Göremediğiniz orda olmadığı anlamına mı gelir?Hayır
Ne demek istiyorum değil mi?Kafa karıştırıcı ayrıntılar ve saçma sapan örneklemeler.Fakat üzerinde durmaya çalıştığım bu konu sizin hayatınızın temeli , üzerine kurulu olduğu şey.Biz kıymetini bilemeyiz Hiçbir saniyenin.Çünkü onlar saniyedir.Zaman denen denizde kimsenin görmediği , küçük dalgalardır.Onlar bakmaya değmediğini düşündüğümüz koca bir düğün pastasından yere düşen şeker toplarıdır.Düştüğünü fark etsek de , üstüne bassak da ordadırlar.Temizlik yapılırken süpürgeyle dışarı kovulan önemsenmeyen ufak süslerdir onlar.saniyeler öyledir işte.Hatta daha küçükleri.bebek olanlar.saliseler ve hatta ondan da küçükler.Beynimizden bile hızlı çalışan doğumları, zamanı yaratan hiçbir zaman dilimiyle tarif edilemeyecek olanlar.Zamanın yaratıcıları.İşte onlardır sizin hayatınız.Onların sonsuz birleşmesi.Saate bakmak için kolunuzu kaldırdığınızda zamanı doğuran.Onlar hayatımızın en önemli en önemsiz ayrıntılarıdır.Dünya onların bir tanesinde değişmiştir.En büyük buluşların akla geldiği ilk anda bile o vardır.Bir kere doğar.
Ne demek istiyorum acaba?Yani 5 dakikanın değerini öğretmeye çalışanları anlamam mesela.Çünkü o 5 dakika aslında benim kastettiğim şeyin yanında belki de koca bir hayat anlamına gelebilir.
Ben şimdi anlıyorum ki kıymetini bilmediğim her şey onların suçu.Onlar ki beni yaşlandırır.büyütür istemesemde.yaşatır.Onlar yüzünden hayatımı karartırım.Onlar var diye göbek atarım.Onlar var diye yazımı yazarım.Unutmayın ne olur en büyük buluşlar onların sayesinde onlarla doğar ama dünyayı batıracak olan da , gelecek olan ölüm de onlarla doğar ya da ölür...